VOLKAN IŞIL
Suyun eşlik ettiği yollar vardır. Belki de yolların en keyiflisi, en güzeli, böylesi yollardır. Bu tarz yolculuklarda denizler, ırmaklar, nehirler kimi zaman dağların arkasına ya da ovalara gizlenir. Bir an suyu göremeyeceğinizi düşünerek belli belirsiz bir burukluk yaşarsınız. Tam da suyu görme umudunuz kalmadığında, su bütün heybetiyle yeniden çıkar karşınıza.
Artvin-Yusufeli arasındaki güzergâh da suyun eşlik ettiği o keyif veren yollardan. Daha doğrusu, eskiden öyleymiş. Şimdilerde Yusufeli Barajı nedeniyle yapılan 67 kilometrelik yeni yolun yaklaşık 29 kilometresi, kırk adet irili ufaklı tünelin içinden geçiyor. Güzergâhtaki yol ve baraj şantiyelerinin yarattığı inşaat tozlarının görüşü perdelediği, usandıran, klostrofobik bir yol burası. Yine de, her tünelin çıkışında meraklı gözlerle arabanın camından dışarıya bakıyoruz. Gördüğümüz manzara pek iç açıcı değil. Deriner, Artvin ve Yusufeli barajlarından etkilendikleri için boşaltılmış veya suyun altında kalmış köyleri, su üzerinde kalmış birkaç cami minaresini, yamaçlarda kimselerin yaşamadığı, çoğu harabeye dönmüş evleri, baraj bentlerinin durağanlaştırdığı Çoruh Nehri’ni görüyoruz bölük pörçük. Sonra başka bir tünele giriyoruz, çıktığımızda yine benzer manzaralar.
Yusufeli’ne yaklaşmak üzereyken uzunca bir tünelin sonunda bir köy çarpıyor gözümüze. Köyün bir tarafı şantiye alanına dönüşmüş. İş makineleri yeni bir tünel açmak için dağı oyuyor. Dağ yorgun. Koca dağ yorgun görünür mü? Görünüyor işte! Dağ mahcup. Koca dağ utanmış, mahcup görünür mü? Görünüyor işte! Hani başkalarının adına utanırız ya, dağın utancı da öyle bir utanç. Sanki dağ, dağ olmaktan çıkmış, yorgunluktan omuzlarını düşürmüş bir ihtiyar gibi kendi sonunu bekliyor. Dağ gitmiş de adı kalmış gibi. Herkesin terk ettiği, yalnızca adı kalmış bir coğrafya bu.
Dağın kucağında köşeye sıkışıp kalmış, Çoruh’un üzerinden geçen bir viyadükle gidilen, yemyeşil ağaçları ve bostanlarıyla küçücük bir köy selamlıyor bizleri. Köye ulaşmak için bu viyadükten geçiyoruz. Viyadük sanki sırat köprüsü; bir ucu cehennem, diğer ucu cennet gibi.
Köyün muhtarı Yaşar Çoruh karşılıyor bizleri. Tüm Çoruh havzasını dolaşırken görüştüğümüz Çoruh soyadlı birçok kişiden biri Yaşar Çoruh. Yalnızca soyadlardan bile Çoruh Nehri’nin bu coğrafyanın insanlarına ne kadar cömert davrandığı anlaşılabilir.
Yaşar Çoruh, bizlere Sebzeciler’in hikâyesini anlatmaya başlıyor. Sebzeciler’de, Yusufeli civarındaki başka bazı köylerde de karşılaştığımız mikroklima özelliği bulunuyor. Köyde Akdeniz iklimi hâkim. Sebzeciler’i Sebzeciler yapan da bu özellik. Neredeyse köyün tamamı geçimini meyve sebze üretimiyle sağlıyor. Yaşar Çoruh gururla, Karadeniz ikliminde yetişmesi olanaksız olan zeytinin burada yetiştiğinin altını çiziyor; ama bu zenginlik kısa bir süre önce hızla yok olmaya başlamış, neredeyse bir felaket yaşanmış.
Yaşar Çoruh bu felaketi şu sözlerle özetliyor:
Meyvesiyle, sebzesiyle, dağıyla, taşıyla, toprağıyla, suyuyla ve tüm canlı yaşamıyla her şeyin ziyan olduğu bir coğrafya bu. Doğuş’un, Limak’ın, Cengiz’in beton coğrafyası.
Yaşar Çoruh karşımızda duran viyadüğü gösteriyor. Viyadük köyün kader çizgisi gibi. Köprüler kavuşturur, birleştirir, buluşturur ama bölmez, ayırmaz. Bu köprü ayıran, bölen, dağıtan, parçalayan bir köprü. Doğuş Holding’in, köyü terk etme ya da köyde kalma arasında köylüleri seçim yapmaya mecbur bırakmasının anısı bu köprü. Aslında her şey bu güzel köye yaklaşık 10 yıl önce bir yol şantiyesinin kurulmasıyla başlıyor. Sebzeciler Köyü’nün kaderi Doğuş’un ve ona bağlı taşeron firmaların ellerine terk ediliyor.
Referandum sonucu köyde kalmak için direnenler olunca, köyün %45’i bulunduğu yerde kalmış, ama köy artık köy olmaktan çıkmış. Şirketlerin kullanıp tahrip ettiği, tozun, dumanın ve inşaat seslerinin 7 gün 24 saat devam ettiği bir şantiye alanına dönüşmüş. Yaşar Çoruh ise her türlü engellemelere rağmen köy muhtarlığını bırakmayarak direnmeye çalışıyor.
Muhtarla sohbetimiz devam ederken başka köylülerle de tanışıyoruz. Köyde yaşayan bir kadın, eşinin eskiden Artvin-Yusufeli arasında dolmuş şoförlüğü yaptığını anlatıyor. Büyük ölçekli projeler yol üzerindeki köylerin yok olmasına sebep olurken, dolmuşa binecek insan da kalmamış. Bu dolmuş hattı, yöre insanının yitirdiği geçim kaynaklarından biri olmuş. Başka bir köylü, süren inşaat ve şantiyelerin köyün doğal içme suyu kaynaklarını tahrip ettiğini ve uzun süredir köyün içme suyu kaynaklarının kirli olduğundan bahsediyor. Diğer bir köylü, baraj inşaatından sonra köyün sürekli sel felaketi yaşadığını anlatıyor. Yaşanan sel felaketleri ve sürekli etrafta dolaşan büyük iş makineleri köyün bütün yollarını yürünmez hâle getirmiş, köydeki yaşlı amca “Artık yürüyemiyorum bu yollarda, şehire de gidemiyorum” diyor. Bu güzel köy, yıllar içinde bir dokunup bin ah işittiğiniz bir yer olmuş.
Yaşar Çoruh, yol ve baraj inşaatları sırasında patlatılan dinamitlerin yarattığı toz ve pisliğin olduğu gibi köyün üstüne yağdığını, köyde son dönemde hava kirliliğine bağlı olarak KOAH hastalığının arttığını, aynı zamanda bu tozların yetiştirilen ürünlere de zarar verdiğini söylüyor.
Sebzeciler’i terk etmemeyi seçmiş kişilerden biri olan Teliha Çakmak köye dair iyi ve güzel olarak nitelediği ne varsa mazide kaldığını anlatıyor. Teliha Teyze, bize bir yandan köyü gezdiriyor, bir yandan da köyün yaşadığı değişimi ve dönüşümü aktarıyor. Hiç beklemeden kameralarımızı kuruyor, Teliha Teyze’nin peşine düşüyoruz. O anlattıkça içimiz biraz daha buruklaşıyor.
İstanbul’a döner dönmez ilk iş Teliha Teyze’nin anlatımından yola çıkarak bu yazıyı okuyan herkesin muhakkak izlemesi gereken kısa bir belgesel üretiyoruz. Belki de Sebzeciler’in hikâyesini buradan sonra o kısa belgeselden izlemeniz, şahit olmanız en iyisi.