Karşıköy’den Dereseki’ye:
“Ne İşim Var Benim Burada?”

CEMRE KARA

Beykoz’un Soğuksu Mahallesi’ne doğru yola çıkıyoruz. Çoruh Nehri’nin yanıbaşındaki yerleşimlerin, insanların, baraj sonrası değişen hayatların izini sürmeye çalışma hâli bu. Yeşil Artvin Derneği’nden (YAD) Tolga Tolga Odabaş’ın Artvin Borçka’dan göç ederek buraya yerleşen akrabaları ile görüşeceğiz. Biraz erken varıyoruz, öyle bir yer ki Soğuksu, Artvin’e çok benziyor. Sık yeşil bir örtünün içinde eğimlere kurulu evler ve onlara çıkan yokuşlar var. Şaşkınlık içerisinde İstanbul’un bir mahallesinde Artvin’i hissederken Kurtuluş Demirci ile buluşuyoruz. Kurtuluş abi, Borçka’nın Çavuşlu köyünden, Soğuksu’da yaşıyor. “Siz bir de Dereseki’yi görün, Borçka’dan gelen insanlar asıl oradadır” diyor. Birlikte Beykoz’un biraz daha kuzeyindeki Dereseki Mahallesi’ne gidiyoruz. Dereseki köy kahvesine varıyoruz, gerçek bir köy kahvesi burası. Sanki Soğuksu’dan Dereseki’ye doğru; giderek Artvin’e, kırsala daha da yaklaşıyoruz.

Şener Kocaman

Kahvede otururken Kurtuluş abi bir akrabasına denk geliyor, bu sayede Şener Kocaman ile tanışıyoruz. Şener abi Borçka Karşıköy’den. Karşıköy, Gürcistan sınırına çok yakın bir konumda, oralılar köyden Xeba diye bahsediyorlar. Xeba’nın, Gürcüce’de vadi, boğaz anlamındaki Heoba’dan geldiği düşünülüyor. Karşıköy’ün merkezi, Xeba, 2005 yılında enerji üretimine başlayan Muratlı Barajı ile sular altında kalan ilk yerleşim yeri. Adı köy ama sular altında kalmadan önce ticari, sosyal, emek akışı çok yoğun bir beldeymiş esasında burası. Köye bağlı 13 mahalle var(mış), merkez mahalle daha sık bir yerleşim dokusuna sahipken, vadiden dağlık araziye doğru dağılmış bir doku var. Su dolmadan önce, merkezde yer alan ÇAYKUR Çay Fabrikası ve askeriyeden dolayı köye olağanüstü sıklıkta dolmuş seferleri ve insan akışı oluyormuş. Karşıköy, büyükçe bir iskeleye sahipmiş. Çoruh nehri üzerinde kayıklarla ulaşım o zamanlar sık tercih edilen bir yolmuş.

Şener abi, Karşıköy’de doğup büyümüş, 2005 yılında İstanbul’a gelme kararı almış. “Mecburiyetten dolayı, şartlardan dolayı gelmek zorunda kaldık. Memnun muyuz? Değilim, tabii ki. Yoksa çok da hevesli değildik buraya gelmeye” diye anlatıyor gelişini. Burada iş imkânının olmadığını anlatıyor, gelmeden önce köyde çiftçilik yapıyormuş. Köyü soruyoruz, özlüyor musunuz, nasıl hatırlıyorsunuz diye.

“Köyü hiç unuttuk mu? Hiç unuttuk mu? Yaklaşık 10 yıldır da gidemiyorum zaten, burada yaşadığım belirli sıkıntılardan dolayı. Hele hele 2007’de babamı kaybettikten sonra… Açıkçası hiç gidesim de yok. Hiç gidesim de yok. Ha özledik mi? Tabii ki de özledik. Köyde ne yapıyorduk? Köyde çay, fındık olayı vardı. Çok fazla değildi. Bize yeter miydi? Kesinlikle yetmiyordu. Karşıköy zaten küçücük bir yer. Mutlu muyduk? Gerçekten huzurluyduk. Çok huzurluyduk. Ama dediğimiz gibi mecburiyetler bizi buralara kadar getirdi. Küçücük bir köye sıkışmış bir hayat vardı ama gerçekten mutlu muyduk? Gerçekten mutluyduk. Ama sene 2000 gibi ilk istimlak başladı barajlardan dolayı.”

Muratlı Barajı’nın inşası sürerken su tutacak mahalle için istimlak süreci başlıyor. “Bütün bu süreçler bizim köyle başlamıştı.” Tolga hoca bu sözlerle anlatıyordu, Karşıköy’ün sular altında kalma hikâyesini, istimlak sürecini, vaat edilen paraları. Kamulaştırma bedeli olarak sunulan parayla insanlardan evlerini bırakıp gitmeleri isteniyor. Karşıköylüler, su tutacak yerleşim için herhangi bir direnişte bulunmuyorlar, para o dönem için cazip oluyor. Şener abi, kamulaştırma için devletin ödediği paranın yeterli olmadığını, ama bedeli düşük bularak dava açanların eline mahkeme sonuçlandığında ilk teklif edilenden de düşük bedeller geçtiğini anlatıyor. Bir dönüm için teklif edilen bedel 20 binse, mahkemeye gidenlerin 9 bin, 11 bin gibi bedeller aldığını söylüyor. Biz şaşırıyoruz, gözleri büyüyor, acı bir gülümsemeyle sözlerine devam ediyor. İnsanların birbirlerinden uzaklaştıklarını, kimsenin kimseden bir şey isteyemediği bir hâle geldiklerini anlatıyor: “İnsanlar, manevi olarak bittiler. Bu aldıkları istimlak bedellerini, Gürcistan’da, Batum’da yiyenler, yiyip de bitirenler, beş kuruşsuz Borçka’ya dönenler de çok oldu. Dağıldı çünkü insanlar. Parayı görünce ne olduğunu şaşırdılar, ne oldum delisi mi derler, artık ona ne derler, çok şaşırdılar. Hani yoldan çıktılar desem yeridir. İnsanların %30’u bu şekil beş parasız kalan insanlar.”

Parayı alıp köyü terk eden insanları merak ediyoruz. Kamulaştırma bedelleri yeni bir ev kurmaya yetiyor muydu? Çünkü, sadece evleri değil, geçim kaynakları da sular altında kalıyordu. Köyden çıkıp nereye gidebiliyorlardı? “O aldığın parayla gidip Borçka’da bir daire alamıyordun. Kesinlikle alamıyordun. Çünkü köy statüsünde geçiyordu, belde değildi.” Şener abinin dediğine göre devletin “Sadece paraları ödendi, istimlak bedelleri ödendi, ondan sonra kim ne yaparsa yapsın” gibi bir tavrı oluyor. “Değerlendirenler ne derece değerlendirdiler, onu bilmiyorum ama maneviyat olarak bitti orası. Bitti, açıkçası şu an da gitmek istemiyorum. Çünkü, bağlılık yok. Annem orada, annem için giderim, ablam için, abilerim için giderim. Arkadaşların var mı desen, hiç kimse yok. Herkes dağıldı, kimi Ankara’ya, kimi İstanbul’a, kimi Bursa’ya” diye anlatıyor, herkesin dört bir yana dağılışını.

Şener abinin yüzü hep durgun bir ifadede, mizacı mı öyledir diye düşünüyorum. Aklına ara sıra köyüne dönmek geliyor belli ki, onu oraya bir şey bağlar mı diye sık sık sorguluyor. Ama köyüne de gidip yerleşme isteğinin olmadığını, maneviyatın kalmadığını söylüyor. Oldukça üzgün bir şekilde buraya dair de bir beklentisinin olmadığından, geldiğine pişman olduğundan bahsederken “İstanbul’da bir sürü hemşehrim vardı, maneviyat nerede? Maneviyatın olmadığı yerde hemşehrim olsa ne olur? Birlik, dirlik nerede?” diye soruyor. Sonra bize biraz ‘meci’den bahsediyor. Meci, Karadeniz’de yardımlaşma anlamına gelirmiş, kelimenin kökeninin imeceden gelmiş olabileceğini konuşuyoruz kendi aramızda. Meciyi anlatırken yüzünü bir gülümseme alıyor, yine de köyünü, koca şehir İstanbul’dan ayırıyor: “Bizim memlekette bu vardı. Ama burada meciyi bulamazsın. Burada bulamazsın. Aslında çok şey söylemek isterim burayla alakalı da, kalsın. Kalsın…”

Tolga hocaya da soruyorum: İstanbul’a gelen akrabalarınız sizce daha iyi bir durumdalar mı? “Hiç memnun değiller, sanki ölümü bekliyor yüzleri” diyor. Şener abinin yüzü aklıma geliyor, ben böyle tarifleyememiştim. 2019’un Eylül ayında Karşıköy’e uğradığımız an gözümün önüne geliyor. Çoruh’un yanıbaşından Muratlı’ya, sınıra doğru gidiyorduk. Barajın su tuttuğu vadiyi görünce şaşkınlıkla karışık tarifsiz bir duyguyla hızlıca arabadan inmiştik, gözlerimiz suda. Sağıma döndüğümde, biraz ileride, epeyce yaş almış, çizgileri derinleşmiş, durgun bir surat gördüğümü hatırlıyorum. Şener abide gördüğüm gibi, Tolga hocanın tariflediği gibi. Yüzündeki ifade gibi durgun suyu izleyen bir çift göz. Bir insanla karşılaşmıştık ama daha da fazlası vardı, ya köyünden, yerinden, yurdundan edilmiş olan ya da her gün bu suyu izlemek zorunda olan. Her gün sular altında kalan köy merkezlerini izliyorlar, baraj gölü manzaralı yeni evleri var. Bu sefer diğer su ile dolan yerleşimlerden farklı; orayı sadece su olarak hatırlatmayan, bir hafıza beliriyor suyun üzerinde. Bir fabrika bacası, bir de cami minaresi.