Denize Dökülmek

YAĞIZ EREN ABANUS

23 Mayıs 2023

Beyaz minibüsümüzle Büyük Menderes’in denizle buluştuğu yere doğru ilerlerken aklımdan şu düşünceler geçiyor: “Büyük Menderes’in denize döküldüğü yere gidiyoruz, nasıl bir manzara acaba, keşke bir balıkçıyla da görüşmek için randevulaşabilmiş olsaydık, bugün son, bir daha buralara gelmemiz zor, buralara dair önemli bir şeyi atlamış olabilir miyim, bir yerlerde bir eşyamı unuttum mu, yol tutması riskine karşı çubuk kraker depomda yeterli erzak var mı?..”

Yol boyunca karşılaştığımız manzaralar bu düşünceleri arka plana atıyor. Nasıl atmasın, manzaraların içinde

  1. sıra sıra “araba duşu” olan (evet, araba duşu, 20-25 metrelik bir borunun yatay bir şekilde 3 metre yüksekliğe sabitlendiğini, bu boruya 1,5 metre aralıklarla duş başlıkları eklendiğini ve bunların durağan ve istikrarlı bir şekilde altlarına park etmiş arabalara “arabaların” serinlemesi için devamlı su akıttığını düşünün) sosyal tesisler,
  2. ithal çöp taşıdığından şüphelendiğim kamyonlar,
  3. çimento fabrikası, ki ben bunu ilk bakışta roket fırlatma platformu da olan çokamaçlı bir tesis zannettim,
  4. çırçır fabrikaları,
  5. antik kent,
  6. yaban hayatı geliştirme sahası,
  7. yangın geçirmiş ormanlık alan

gibi şeyler art arda geldiği için kavram karmaşası yaşayan bir çocuk gibi hissediyorum kendimi. Menderes’in kenarında zorlu bir yere park ederken minibüsümüzün sebep olduğu sallantılarla kendime geliyorum.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Ekibin ilgisini ilk çeken şey ilginç bir kuş oluyor. Bir süre onun fotoğrafını çekmeye çalışıyoruz, ama kendisi çok pas vermeyince Büyük Menderes’in üzerinden geçen bir köprüye yöneliyoruz. Ben de hem nehrin denize yakın bir konumda nasıl göründüğüne bakmak hem de grubun geri kalanıyla birlikte köprünün üzerinden oltasını Menderes’e atmış bekleyen amatör görünümlü balıkçılarla sohbete girişmek için yürümeye başlıyorum. Nehrin görüntüsü organize sanayi bölgesi ve kanalizasyon atıklarının boşaldığı yerden daha iyi, ancak yine de kötü. Berraklıktan oldukça uzak, sarı-kahverengi arası bir renkte akıyor nehir. Hâl böyle olunca balıkçıların ne diyeceğini daha da merak ediyorum. İlk konuştuğumuz beyefendi, balıkların azaldığını düşünüyor, ama kirlilikle ilgili pek bir fikri yok. Köprünün etrafında dolaşmaya devam ediyorum. Köprü altında Büyük Menderes’in derinliğini gösteren bir cetvel olduğunu fark ediyorum.

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Köprü etrafında cetvele benzer ilginç şeyler bulabilme düşüncesiyle dolanmaya devam ederken bizimkilerden birkaç kişinin tente altında oldukları için benim göremediğim kişilerle keyifli bir sohbet içinde olduklarını fark ediyorum. Açıkçası bu manzara beni şaşırtıyor. Yol boyu Büyük Menderes’le ilgili her şey keyifsizlik sebebiyken burada bir keyif var. Ama ilginç bir keyif bu. Denize dökülmek doludizgin olur diye düşünüyordum, oysa burada her şey durgun. Keyif bile sarhoşluk gibi coşkulu bir keyif değil, bir sonbahar gününde yağan yağmuru camdan izlerken içinizi ısıtan bir kahve içmek gibi, sakin ve nereden geldiği belli olmayan hüzünlü bir keyif. Hüznün kaynağını sohbete dahil olunca anlıyorum.

“Ben çocukken tertemizdi buralar, nehre yüzmeye girerdik, babam buradan balık tutar getirirdi eve, bereketliydi nehir. Sonra ben 15 yaşımdayken ailecek Avusturya’ya gittik, dört ay oluyor döneli. Siz hele burayı bir de zeytin zamanı görün, simsiyah olur nehir.”

Nehrin denize döküldüğü yer, eskiden büyük ihtimalle haftasonu gelinen kalabalık bir mesire yerine benziyordur diye düşünüyorum. Yöre halkında hâlâ bu alışkanlığın devam ettiğini görebiliyordum, ama eski coşku yoktu sanki, nehir kirlenmişti. En iyisi bu konuyu bir balıkçıyla konuşmak diye düşünüyorum içimden. Aklıma Fikret Berkes ve Mine Kışlalıoğlu’nun 90’lı yıllarda yazdıkları ekolojiyle ilgili popüler bilim kitabı geliyor.[1] Kitabı bitirdiğimde, kitabın yazıldığı dönemin çevre sorunları algısında, balık rezervlerinin tükeniyor olması şimdinin iklim krizine eşitmiş diye düşünmüştüm. Kitapta en fazla balığın genelde nehirlerin denize döküldüğü yerlerde olduğu söyleniyordu. Bu, nehirlerin taşıdığı besin miktarıyla ilgiliydi. Aşırı avlanma ve kötü yönetim bu konuyla ilgili temel faktörlerdi.

Etraftaki insanlardan aldığımız tavsiyelerle Menderes’in denize döküldüğü yeri daha iyi görebileceğimiz bir konuma –Menderes’e bağlı bir sulama kanalına– doğru yola çıkıyoruz. Mesafe kısa olsa da güzergâh bizim beyaz minibüsümüz için zorlu. Yol aldıkça hüzünlü keyif duygusu yerini tekinsizlik hissine bırakıyor. Bunda toprak yolda giderken gördüğümüz iki kişinin suyun köpükler oluşturduğu bir yerde oltayla balık tutma çabasının da etkisi var. Buradaki balık tutma alışkanlığı o kadar güçlü ki insanlar bu kirlilik içinde bile hâlâ balık tutmaya çalışıyorlar diye düşünüyorum, bu da herhalde post-truth’un[2] başka bir örneği. Yolumuz “giriş yasak” tabelalarıyla sona eriyor. Sonradan öğreniyoruz ki bu alana giriş, Büyük Menderes Deltası Milli Parkı içinde yer alan Dil Gölü veya Karine Lagünü’ndeki kuşları korumak için yasaklanmış.

Minibüsten inip etrafa dağılıyoruz. Fotoğrafçı arkadaşlar ilk başta etraftaki kuşların fotoğraflarını çekmeye başlıyorlar. Ardından Menderes’in denize döküldüğü yeri çekebilmeleri için küçük bir motor kiralanıyor ve yola çıkıyorlar. Biz de kameraların yokluğunda etraftaki insanlarla sohbete başlıyoruz. Bir balıkçı barınağında birbirlerine yarenlik eden iki yaşlı amca bütün ekibin sağı solu dolandıktan sonra bir araya gelmesine vesile oluyor. Amcalardan sadece Adil Özüm, konuştuklarımızı kayıt altına almaya izin verdiğinden, burada maalesef sadece onunla konuştuklarımızdan kesitler paylaşacağım. Maalesef diyorum, çünkü ikisinin de hikâyeleri birbirinden ilginç, ikisine de yer vermeyi çok isterdim.

Adil Abi konuşmamızın başlangıcında hemen bu mekânın keyfinin nasıl kaçtığına ilişkin hislerimi doğruluyor.

Şöyle anlatayım, bakın, 2000 yılının 1 Nisan’ında geldim ben buraya. 2000 yılının 1 Nisan’ında buralar panayır yeri gibiydi, aşağı kadar iniyordu arabalar. Neden, balık boldu. Ama yıllar içerisinde arıtmadan gelen, efendime söyleyeyim fabrikalardan gelen, lağım sularından dolayı balık her sene, her sene, her sene mumla aranmaya başladı.

Daha önce buraya gelen oltacılar çok kalabalıktı, yani burada araba park etmeye yer bulunamazdı. Neden? Her attığın iğnede mutlaka bir kefal geliyordu. Şimdi dediğim gibi, yok zaten. Gelmiyor, gelmiyor, yok. Burada otururduk üç tane, beş tane kefal engelli koşu yapar gibi atlardı. Biz ona ‘bak bak balığı’ deriz. Seyirlik balıktır o. Nasıl atlar biliyor musunuz? Birinden kaçan balık düz atlar. Altında levrek varsa, artı çinekop varsa, lüfer varsa düz atlar, kaçar. Ama o ‘bak bak balığı’ dediğim böyle böyle gider, yan düşer, çat! Keyif yapıyor. ‘Var mı bana yan bakan?’ diyor. ‘Ben buradayım arkadaş!’ diyor. Eskiden diyordu. Şimdi ‘ben yokum’ diyor. Yok zaten.

Adil Özüm. Fotoğraf: Emirkan Cörüt

“Madem durum bu kadar kötü, bir yerlere başvurmadınız mı, kimse ilgilenmedi mi?” diye soruyoruz.

Biz bunu çok dile getirdik. Senelerce. Bundan iki sene önce de tonlarca balık öldü. Üç sene önce de öldü. Dört sene önce de öldü. Biz gereken ihbarları yaptık tabii, buradan ekmek yiyoruz nihayetinde. İhbarları yaptık, vatandaşlara haber verdik. Geldiler gittiler. Televizyon çekimleri yapıldı. TRT çekti, ATV çekti. Fakat gelen sonuç, hiç kimse ne fabrikaya sebep buldu, ne arıtmaya sebep buldu, ne lağıma sebep buldu. Sadece ‘oksijensizlik’ dediler. Bırakın onu bunu, bizi göstermediler bile. Yani burada ekmek yiyen adamın dile getirdiği sebepleri biz ekranda göremedik.

Ne gösteriyorlar peki ekranda?

Devlet kurumu Tarım İlçe Müdürlüğü’nün cevapları doğrultusunda oksijensizlikten dolayı balıklar ölüyormuş. Evet, ölüyor. Şapır şapır ağzını açıp geziyor balıklar, tonlarca balık diyorum ya, tonlarca balık.

Adil Abi saha boyunca gördüğümüz birçok şeyi, su yolunun sonunda kendi perspektifinden damıtarak bize geri veriyor. Güzel bir toparlama oluyor hepimiz için. Diğer yandan içimiz buruk. O kadar gelen giden olmuş, bir televizyona bile çıkamamışlar. Biz yayınlasak, yazsak nolur diye soruyoruz kendimize. Sonra kurgusal bir okur kurgusal bir şekilde çıkıyor, diyor ki “Olsun be, ben okurum. Az şey mi! Ben okudum, sen yazdın, Adil Abi anlattı. Bu memlekette örgüt suçu için bile üç kişi yeterli.

[1] Berkes, F. ve Kışlalıoğlu, M. (1989). Çevre ve Ekoloji. Remzi Kitabevi (ilk basım).

[2] Hakikat sonrası.