Jeotermal İstemeyen Mezeköy

CEMRE KARA

1 Kasım 2023

Mezeköy’ü ilk kez 2022 Ağustos’unun son günlerinde duymuştum. Bir gece vakti köylülerle jandarmanın karşı karşıya gelişinin görüntüsü bugün gibi zihnimde dönüyor.[1]

Gece 02.00. Jandarmanın sert müdahalesi devam ediyor. Onlar joplarını kalkanlarına vura vura ilerlerken Mezeköylü Azime Nine olduğu yerde duruyor. Bastonuyla yere vurup ‘Öldürün beni burda!’ diye haykırıyor. Ardından öfke ile havaya kaldırıyor bastonunu!

Ne olmuştu?

Aydın’ın Köşk ilçesine bağlı Mezeköy ve Uzundere mahallelerinde 2021 yılından itibaren jeotermal enerji santrali (JES) kurulması için çalışmalar başlatılıyor. 2022 yılında acele kamulaştırma[2] kararı alınıp köylülerin tarım arazilerine el konularak “Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı veriliyor. Raporun itiraz süresi dolmadan, hâliyle itirazlar yapılamadan, 200 dönümlük arazi kamulaştırılarak Efendi Jeotermal Şirketi’ne devrediliyor.

Mezeköylüler “ÇED gerekli değildir” ve acele kamulaştırma kararlarına dava açıyorlar. Şirketin sondaj çalışması yapmasını engellemek için 22 Temmuz 2022’de nöbete başlıyorlar. Çevre ve yaşam hakkı savunucusu birçok sivil toplum kuruluşunun, milletvekillerinin ve yurttaşların nöbette olduğu 22 Ağustos gecesi, direniş ciddi bir jandarma müdahalesiyle karşılaşıyor. Jandarmaya direnen 18 köylü darp edilerek gözaltına alınıyor. Ardından önce nöbetin simgesi hâline gelen direniş çadırı kaldırılıyor, sonrasında gece 03:00 sularında iş makineleri bölgeye giriyor. 23 Ağustos günü Mezeköy’ün giriş ve çıkışları kaymakamlık kararıyla kapatılarak köy bir hafta boyunca güvenlik (?) ablukasına alınıyor. Köye dışarıdan kimse alınmıyor, içeriden de kimse çıkamıyor.

2023 Nisan’ı, Mezeköy’deyiz

Buharkent’ten Mezeköy’e doğru yola çıkıyoruz. Yol boyu JES borularını dikkatle izliyor, tarlalarda birbirini takip eden bu boruları hayretle karşılıyoruz. Karşılıklı bir mücadele var sanki. Yer yer incirler, zeytinler yükseliyor; yer yer borular göze çarpıyor. Uzak mesafelerde santralden çıkan dumanlar bulutlara karışıyor, bembeyaz zehirli dumanlar.

Buharkent’ten ayrılmadan, sabah 9 sularında İsmet Amca’yı arıyorum. Bu, İsmet Amca’yla telefonda üçüncü konuşmamız. Her arayışımızda bizimle görüşeceğini, fakat bir yandan da bu konuya dair konuşmak istemediğini, iyi hissetmediğini, artık bahçesini görmeye bile gitmediğini söylüyor. Telefonda biraz susuyoruz, biraz dertleşiyoruz. “Bir gelin de konuşuruz, olan oldu zaten” diyor. Şirketin bahçesine neler yaptığını tekrar tekrar anlatıyor.

10:30 gibi İsmet Amca’yla köyün girişinde buluşuyoruz, traktörünü takip ederek tarlasını gören bir noktaya gidiyoruz. Tarlasıyla aramızda bir yol var sadece. İsmet Amca’nın yüzü asık, gülümsemeye çalışıyor, ama beceremiyor. Röportaja başlamadan ufak tefek hazırlıklar yapıyoruz, bir yandan da ayaküstü hâl hatır soruyorum. Sanki bir türlü ısınamıyor İsmet Amca, yalnızca arada mavi gözlerinin içi belli belirsiz gülüyor.

Mezeköy’de sondaj kuyusu açmak isteyen Efendi Jeotermal, İsmet Amca’nın bana telefonda uzun uzun anlattığı, babadan kalma tarlasını acele kamulaştırmış. “22 Ağustos’ta geçtiler, jeotermal kuyusu çakmak için, çaktılar ve bırakıp gittiler. Karşı karşıya geldik, belki görmüşsünüzdür. Jandarmayla karşılaştık, e onların gücü daha fazla. Neticede gördüğünüz gibi. Karşı karşıya gelme bir günde bitti zaten, bir gecede.”

Bahçesinin onun için nasıl değerli olduğunu anlatmaya başlıyor, ama cümlelerini hep kısa tutuyor. Süreci başından itibaren çok iyi bilmesine rağmen anlatırken duraklıyor:

Gördüğünüz yerde erikler var, portakal, mandalina… Meyve ağaçları var. Ceviz ağaçları var. Tabii bu sene meyvesinin ne olduğunu, neye gittiğini bilmiyoruz artık. Ağustos 22’den sonra o arazinin içine girmedik. Niye? Moralmen yıkılıyorsun, onun için. Şu an bile psikolojim, dengem bozulmaya başladı. Bu tarafa bile gelmek istemiyorum. Çünkü her yetişen meyvede bizim elimiz var. Yani 59, 60 yıldır bu tarlanın içindeyiz.

Hem onun için hem bizim için biraz zor bir görüşme oluyor, gözleri doluyor ara sıra. Bitiriyor kısa bir zaman sonra, gidip tarlasına bakabileceğimizi, ama kendisinin gelmek istemediğini söylüyor. “İyi, tamam, var mı başka diyeceğiniz? Benim zamanım biraz dar, kusura bakmayın. Hayırlısı neyse o olsun, haydi görüşmek üzere…” diyerek traktörüne biniyor, geldiğimiz istikametin devamına doğru ilerliyor.

Ayrıldıktan sonra afallıyoruz, o şaşkınlıkla tarlaya doğru yol alıyoruz. Elektrik direklerine asılı bir pankartla karşılaşıyoruz: “Köyümüzde Jeotermal İstemiyoruz”! Direniş günlerinden kalma, eskimiş görünüyor. İsmet Amca’nın tarif ettiği kadarıyla, tarlası da hemen bu pankartın ardında: “Görünce anlarsınız zaten.” Minibüsten merakla bakarken önce meyve bahçelerine inen beton dökülmüş bir yol görüyoruz. Yoldan inince devasa bir beton kütlesi karşılıyor bizi. Minibüsü halı saha büyüklüğündeki bu boşluğun bir köşesine park ediyoruz.

“Sen buradan beni kov, ben ne yapacağım o zaman?”

Arazide dört bir yana dağılıp etrafa bakıyoruz. Asırlık zeytin ağaçlarının bulunduğu yan arazinin kenarında meraklı, ama tedirgin gözlerle duran Kübra Abla ve Ali Abi’yle tanışıyoruz. İsmet Amca’nın bahçesini soruyoruz: “Burası çok güzel bir tarlaydı, silajlarını bile kaldırtmadılar. Bir müddet vermişler, ama silajın kalkması için de erkenmiş” diyor Kübra Abla. Bir yandan yağmur serpiyor, bir zeytinin altında sohbet etmeye başlıyoruz. Kübra Abla’nın bulunduğu güzelim, yemyeşil bahçe eşi Ali Abi’nin babasının yeriymiş. Bahçede neler varmış, neler? Ekşi nar, tatlı nar, dut, ceviz, zeytinler. Zeytinden bahsedince Kübra Abla bir an sesli düşünüyor, “Zeytinlik Kanunu’nu bile kaldırdılar herhalde, zeytine bile dokunuyorlar” diyor. Önce burayı istemişler, hatırı sayılır miktarda para da teklif etmişler, kayınbabası vermemiş, “Ben burayla doyuyorum” demiş. “Buraya da geleceklermiş, babam ne yapar o zaman, nasıl tutalım onu biz?” diyor, Ali Abi’yle kara kara düşünüp duruyorlarmış. “Yollarda nöbet tuttuk, rezil olduk. Sokaklarda jandarmalar, bir ay dışarıdan köye giriş yasaklandı.”

Ali Abi de İsmet Amca gibi, Ağustos 2022’den beri köyde hiçbir şeyin yolunda gitmediğini, artık konuşmak bile istemediğini söylüyor.O sıralar tarlasına bile kimlikle girip çıktığını anlatıyor. Anlatırken yaşadıklarına hâlâ inanamıyor:

Kuyu açılan yerin yanı benim, 9 dönüm. Biz bittik. 200-300 yıllık zeytin ağaçları bunlar. Bizim burası kamulaştırmaya girmedi. ‘Devletten destek almak için buraya zeytinlik statüsü alalım’ dedik. Burayı zeytinlik statüsüne geçirince şirket bizi şikâyet etti, mahkemeye verdi. Burasının zeytinlik olması için yeterli ağaç yokmuş güya.

Komşu tarlanın, İsmet Amca’nın tarlasının ne hâle geldiğine tanık olunca iyice yıkılmışlar.

Şimdi bu tarla geri gelir mi, tekrar ne zaman eski hâlini alır? Adamın mısırı, silajı vardı. Onu almasına bile izin vermediler. Buradan, 5 dönüm yerden, 50 ton silaj alıyordu, şimdi gitti ineklerini sattı.

Arazileri kamulaştırılmamış, ama endişe ediyorlar. Aynı şirket ya da bir başkası bir gün çıkıp kamulaştırmayla gelirse diye.

Biz şimdi nereye gideriz? Birkaç hayvanım var, hepsi o. Sen buradan beni kov, ben ne yapacağım o zaman?

“Kamulaştırma kurşun gibi geldi”

Mezeköy’den çıkarken sanki bir vahadan geçiyormuşuz gibi hissediyorum. Ne bir boru ne bir santral var, niçin geldiğimizi unutmuş gibiyim. Sağlı sollu dağların tepelerine uzanan zeytinler, incirler, yayılmış koyunlar, keçiler. Yağmur ertesi ışık da öyle güzel ki, yamaçlara vuruyor. Ama ne olursa olsun az önceki konuşmaların etkisinden çıkamıyorum. Ali Abi’nin bir cümlesi yankılanıyor aklımda: “Kamulaştırma kurşun gibi geldi.”

Saha boyunca uğradığımız köyleri, koca gövdeli asırlık zeytin ağaçlarını, dallarda top top incirleri, konuştuğumuz insanları düşünüyorum. Topraklarını bir gecede kaybedenleri, yılmadan mücadeleye devam edenleri. Başka başka sözler yankılanıyor zihnimde. İçimde bir burukluk var, bağırıp çağırmak istiyorum. Onlar gibi soruyorum. Bütün bunlar ne uğruna? Bu toprağa değer biçilir mi?

[1] x.com/kazimkizil/status/1563226679895400449?t=rwQUCCRKGQXy0TSE9PXGVw&s=09

[2] deretepe.org/acili-kamulastirma/