Bir Nehir, Şirketler ve İnsanlar

FERHAT KENTEL

13 EKİM 2023

Yaşadığımız çağda, yeryüzünün ve insan topluluklarının karşı karşıya olduğu sorunlar çok geniş bir yelpazeyi kapsıyor. Bir yandan yaşamış oldukları sınıfsal, kültürel aşağılanmışlık ve ezilmişlikten ötürü kendilerini güvensiz hisseden insanlar, kendilerinden farklı gördükleri göçmenleri, kadınları, farklı din ve etnik gruptan ya da farklı cinsel yönelimleri olan insanları nefret söylemiyle dışlayabiliyorlar. Ancak insanlar arasındaki güvensizliğin ötesinde, “Antroposen” çağıyla, özellikle modern zamanlarla birlikte, insanın doğa karşısında geliştirdiği üstünlük, küresel ölçekte çok daha temel bir güvensizliği üretiyor. Bütün ırklardan, dinlerden, cinsiyet farklılıklarından öteye, çevre sorunu, iklim krizi ve güvenli gıda sorunu başlıkları altında tanımlanabilecek çok derin bir sorun herkesi kuşatıyor.

Paradoksal bir biçimde, insanın hayatta kalmak, güvende yaşamak için, daha yüksek teknolojiler kullanarak “doğaya karşı verdiği mücadele” sonunda, doğa sürekli zarar görüyor; yıpranmış doğa insanların güvenilir bir çevrede yaşama imkânını ortadan kaldırıyor. Doğayı katleden “insan” toplulukları içecek su, nefes alacak hava, gıdasını toplayacağı toprak bulamaz hâle geliyor.

İnsan topluluklarını homojen bir bireyler topluluğu olarak görmek yerine, bazen çok radikalleşen hiyerarşiler ve güç ilişkileri içerdiğini hatırlamak faydalı olur. Bu ilişkiler içinde daha güçlü sermayesi olan aktörlerin hegemonik bir dil ve kontrol ettikleri medya aracılığıyla gündem oluşturma ve kitleleri manipüle etme kapasiteleri de artar. Dolayısıyla ekonomi ve siyaset ekseninde oluşmuş çıkar çevrelerinin toplumda var olan kırılgan kesimler aleyhine gerçekleştirdikleri pratikler, örneğin egemen bir dil (milliyetçilik, din, kalkınma, ilerleme, vb.) vasıtasıyla “normallik” kazanabilir.

Neoliberalizm ve popülizm

Mekanda Adalet Derneği (MAD) ve Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı (BAYETAV) işbirliğiyle yaptığımız Büyük Menderes Havza Çalışması, küresel ölçekte yaşanan ve iç içe geçmiş ekonomik, sosyal, siyasal ve ekolojik sorunların adeta mikro düzeyde sıkıştırılmış bir örneğini sunuyor.

Küresel düzeyde “neoliberal” politikalar altında, şirketlerin, “nötr” görünümlü bir söyleme indirgenmiş “piyasa dengeleri” ortamında, önemli engellerle karşılaşmadan aldıkları karar ve inisiyatiflerle kendi kurallarını koydukları bir dönemde yaşıyoruz. Ancak neoliberal zihniyet sadece soyut ve “rasyonel” bir ekonomik alanda kendine yer bulmuyor. Sermayenin neredeyse tek egemen güç hâline geldiği ve meşrulaştığı ideolojik ortam, devlet-siyaset alanından bağımsız değil. Neoliberalizmin “teorisinde” ya da daha doğru bir deyişle söyleminde, piyasaya “devlet müdahalesinin azaltılması” unsuru tersine çevrilip, devlet, sınırsız neoliberal girişimlerin adeta koçbaşı hâline geliyor, şirketlere sınırsız bir hareket özgürlüğü sağlıyor. Bu sınırsız özgürlüğün hayata geçmesinde farklı ülkelerde farklı yollar izlenebiliyor, ancak tarımı ilgilendiren cephesiyle Türkiye versiyonunda üç önemli dinamikten bahsedebiliriz.

Birinci dinamik yasama yoluyla dönüştürülen hukuksal çerçeve. Örneğin yerli tohum ticaretini yasaklayan “Tohum Kanunu”, şekerpancarı ekimini sınırlandıran “Şeker Kanunu”, köyleri mahalle yapan “Büyükşehir Belediyesi Kanunu”, Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde “acele kamulaştırma” mekanizmasının konulması ya da özelleştirme kanunları, tarım alanlarının statüsünün değiştirilmesi, ÇED (Çevresel Etki Değerlendirme) raporlarına gerek olmadığına karar verilmesi gibi çok sayıda “hukuki önlem” bilinçli olarak tarımsal alanların azaltılmasına hizmet eden siyasal adımlar oldu.

İkinci dinamikte “kuralsızlaştırma” ya da de facto “yeniden kurallaştırma” pratikleri dikkati çekiyor. Her ne kadar çeşitli Anayasa maddeleri, tarımı ya da çevreyi korumak üzere ihdas edilmiş yasalar olsa da, bu yasaları ya da ilgili maddeleri çiğneyen başka bir güç odağı devreye girebiliyor. Merkezi ya da yerel bürokrasinin, egemen partinin, güvenlik güçlerinin inisiyatifiyle, tarım ve çevreye zarar verdiği için yasanın izin vermediği yatırımların önü kolaylıkla açılabiliyor. Daha ziyade çıplak bir güç ilişkisinde, daha güçlü olanların (şirketlerin) daha zayıf olanlar (tarım yapan köylüler) üzerinde mutlak tahakkümü gerçekleşiyor.

Üçüncü dinamikse neoliberal ideolojiyi halkın kabul edebilmesini sağlıyor. Bir yandan “hukuki” çerçeve, diğer yanda “çıplak güç” eşliğinde sahaya yansıyan neoliberal ideoloji ve şirketler karşısında, sıradan insanların yaslanabilecekleri bir sınıfsal kimlik ya da örgüt (sendika, parti) kalmamış durumda. İşte bu durumda, kültürel kimliklere dair olan sermaye, sınıfsal olarak kırılgan bu geniş toplumsal kesimlerin gelecek hakkında umutlarını korumasını sağlayacak esas referans olarak belirginleşiyor.

Kabaca 80’li yıllarda “postmodern” ya da “sanayi sonrası” olarak adlandırılan, kültürel kimlik kavgalarının kamusal alanı büyük ölçüde ele geçirdiği bir zaman diliminden bugün “popülizmlerin” zaman dilimine geçtik. Çeşitli çaresizliklerin sağalmak için çıkış aradığı bu yeni zamanda, devlet ve devlet gibi siyasal aktörler farklı toplumsal grupları homojenleştirerek güçlü bir kimlik verip, bu kimliğin kültürel sermayesinin içini doldurabildiler.

Doğudan batıya küresel ölçekte, popülist (ırkçı, yeni sağcı, göçmen düşmanı, vb.) partiler ve liderler benzer duygular üzerine yükseldiler. Zayıf ve kırılgan kesimler popülizmde bütün umutsuzluklarını –en azından belli bir süre için– aşabilecekleri bir güç bulabildiler. Popülizm, gelecekten korkan, ne kendine ne de başkalarına güvenen insanlara, esas olarak dini ve milliyetçi söylemleri, kalkınmacı retoriklerle iç içe geçirerek adeta yeni bir “dini inanç” sundu. Bu dini inanç, neoliberalizmin dayanağına, bir tarafı neoliberal ideoloji olan madalyonun diğer yüzüne dönüştü. Her ülkede halkların sırtı “yerli-milli” söylemlerce sıvazlanarak, hiç de “yerli ve milli” olmayan çokuluslu şirketlerin ve neoliberalizmin egemen olduğu dünya resmi kamufle oldu.

İnsanların üzerine basarak bir havzayı sömürmek

Ansiklopedik bilgilere göre, bu yazıda söz edeceğimiz Büyük Menderes Havzası, bir kaynağıyla Denizli, diğer kaynağıyla Uşak’tan beslenen, uzunluğu 600 km’yi bulan, Kuşadası’nın güneyinde Dilek Yarımadası’ndan Ege Denizi’ne dökülen Büyük Menderes nehrinin suladığı 25.000 km²’lik bir “doğa hazinesidir”. Ancak Menderes Havzası, tam da yukarıda sözünü ettiğimiz uluslararası kapitalizm ve onu taşıyan yerli siyasal aktörleri vasıtasıyla önemli engellerle karşılaşmadan, “hazine” olma niteliğini uzunca bir süredir yavaş yavaş yitiriyor.

Tarımın ve biyoçeşitliliğin felaketi

Türkiye akarsuları çok ciddi bir felaket yaşıyor; Ergene, Gediz ve Büyük Menderes nehirleri kirlilik yarışında başı çekiyorlar. Bu nehirler, çıktıkları kaynaklardan çok uzak olmayan mesafelerde adeta atık taşıyan, kanalizasyon nehirlere dönüşüyorlar. Araştırmamıza konu olan Menderes, bir görüşmecimizin belirttiği gibi, “Büyük Menderes Nehri bizim hem bugünümüzü hem geleceğimizi öldüren bir nehir” hâline dönüşüyor.

Özellikle Aydın’da çevresel felaket daha net görülebiliyor. Yerelde görüştüğümüz birçok insanın da dile getirdiği üzere, Germencik ve çevresi trajik bir paradoksu yansıtıyor. En az 2500 yıllık bir tarihe dayanan antik Magnesia şehri, bir zamanlar yeraltından gelen sıcak suyla ısıtılıyordu. Oysa bugün sadece para ve kâr kaynağı olarak görülen sıcak suların jeotermal enerji santralleri (JES) kuran şirketlerce sömürülmesi sonucunda bölge zehirleniyor. Öte yandan Efes şehri, Menderes’in bolluk bereketinin tezahürü iken, bugün bölge açlık, fakirlik, kanserden ölüm vakalarıyla anılır hâle geliyor.

Herodot Germencik’i “gökyüzünün altındaki en güzel yeryüzü” olarak adlandırırken, bugün konuşmaya cesaret edebilenler, Köşk, Efeler, Germencik, Koçarlı, Karpuzlu ve Çine’yi kapsayan bölgeyi tarif etmek için “şeytan üçgeni” tabirini kullanıyor. 2023 itibariyle yaklaşık iki bin jeotermal kuyunun yeraltına döşenen yüzlerce kilometre borusunda ne olup bittiğini bilenin olmadığı Aydın ve çevresindeki kasabalar, her geçen gün nefes alınamaz hâle geliyor. Ayrıca görüşmecilerimizin ifadesiyle, riskler sadece bugün yaşadıklarımızdan oluşmuyor:

Aydın 1. derece fay hattı… bir deprem bölgesi. O kuyuların kırılması, patlaması durumunda hiçbir önlem yok. Olası bir depremde tüm yeraltı suları kirlenebilir, bu Aydın için göze alınamaz bir risk. (…) 300 dereceye varan jeotermal sıcak su çıkacak. [6 Şubat 2023’te] Kahramanmaraş depreminde insanlar nasıl soğuktan donarak öldülerse biz de yanarak öleceğiz.

Felaketin ilk tezahürü sularda görülüyor; madenlere gerektiği için ya da jeotermal enerji elde etmek için açılan kuyularla yeraltı suları zehirleniyor ya da bir günde yok ediliyor. Bu ise çok daha kapsamlı olumsuz sonuçları beraberinde getiriyor. Örneğin sahadan derlediğimiz tanıklıklara göre, şirketler incir bahçelerini zorla ve tehditle alıyor. Bazı örneklerde “tarlaları ya verirsiniz ya istimlak ederiz” diyorlar ya da tarlalara değerinin çok üstünde para veriliyor. Yapılan pazarlıklar sonunda direnemeyip tarla satmak zorunda kalan birçok köylü daha sonra “kandırıldığını” söylüyor.

JES’lerin yeraltından çektikleri termal suyu enerjiye çevirdikten sonra tekrar o suyu çektikleri derinliğe basmaları, yani reenjeksiyon yapmaları gerekiyor. Ancak bunu yapmak yerine elde edilen enerjinin atığı olan kirli sular, geceleri mahsullerin olduğu tarlalara bırakılıyor ya da kanalizasyonlara veriliyor, bu atık rögarlardan dışarı çıkıyor. Çürük yumurta kokusu havaya yayılıyor, bu koku bitkilerin üzerine çöküyor. “Suyun geçtiği yerlerde ot bile bitmiyor.” Santrale yakın zeytin ağaçları mahsul vermiyor; incirin çok azı yenilebilir olduğu için, çoğu yem veya kurabiye fabrikalarına gönderiliyor. Tozlar ve kükürt, ağaç ve bitkilerin yapraklarında birikiyor. O bitkilere arı gelmiyor. Bor, arsenik, ağır metaller ve diğer çeşitli zararlı kimyasalların yayıldığı otları yiyen hayvanlarda sık sık düşük meydana geliyor. Kirlilikten dolayı sular kullanılamıyor; kuraklık da eklenince su tamamen bitiyor. 30-40 metre derinden çıkarılan yeraltı suları sıcak çıkıyor, jeotermal su gibi kimyasallar içeriyor. Kuşkusuz JES’lerin sıradan ve günlük zararlarına boru patlamalarını, yeraltındaki sıcak suların 30-40 metre havaya fışkırmasını, sıcak su ve çamurun bahçeleri, zeytinleri ve diğer ağaçları kurutmasını ya da arıcıların yüzlerce kovanını kaybedip mülksüzleşmelerini eklemek gerekiyor… Başka bir yerde maden işletmesinin açılmasından sonra hiçbir ürünün yetişmediği, zeytinlerin buruştuğu, küçük kaldığı köyleri; zeytinlerini madenin tozundan korumak için “tankerle su getirip tek tek zeytinlerini yıkayan” köylü kadını da unutmamak gerekiyor.

Görüştüğümüz kişilerin yerden göğe uzanan dikey bakışlarıyla, hem yeraltına hem de gökyüzüne ilişkin yaptıkları gözlemler ve tespitler, zehirlenmenin boyutlarını, biyolojik çeşitliliğin yok oluşunu sarih bir şekilde açıklıyor:

Eskiden 50 metreden su çıkardı buradan. Şimdi 200 metreden zor buluyoruz.

İnsanlar yazın yağmur yağar diye korkuyorlar, üzerimize asit yağacak diye.

Hastalanan doğa – hastalanan insan

Doğayı sadece toplanacak, tüketilecek ya da kullanılacak bir mal gibi gören zihniyetin doğadaki felakete dair bir hassasiyet göstermemesini, şirketlerin kâr hırslarına ve yöneticilerinin çokyönlü bir eğitim eksikliğine bağlı olarak çevre bilincinin gelişmemiş olmasına bağlayabiliriz. Ancak öyle anlaşılıyor ki, bütün bu çevre felaketinin yanı sıra insan sağlığı da uzun yıllar onarılamayacak derecede ciddi bir felakete doğru ilerliyor.

Türkiye’nin batısında sağlık altyapısı çok düşük kentlerden biri Aydın; ölüm oranı da Türkiye ortalamasının çok üzerinde seyrediyor. “Kanser Köy” adıyla anılan Kisir Köyü’nün içme suyunda izin verilen limitlerin 24 katı radon gazı; başka bir yerde yasal limitlerin 2400 katı kükürt çıkıyor. Bölgede dolaşım hastalıkları ve solunum hastalıkları çok yoğun. Havaya yükselen gazlar yağmurla birlikte yeryüzüne iniyor ve toprağa karışıyor, bitkiyle buluşuyor, su ihtiyacını karşılayan büyükbaş hayvanlar etkileniyor. Zehirlenmiş sular denizlere, akarsulara ulaşıyor; kirlenme sadece madenlerin, JES’lerin açıldığı yerleri değil, çok daha yaygın sağlık sorunu yaratacak şekilde, çok daha geniş coğrafyalara yayılıyor. Kanalizasyon ve sanayi atıkları derelere akıyor; Büyük Menderes’te balıklar, yılanlar, tilkiler zehirlenip ölüyor. Hatta öyle ki, bir görüşmecimizin dediği gibi, “bu sularda artık sivrisinek bile yaşayamıyor.”

Çeşitli yerleşim yerlerinde okulların, sağlık ocaklarının 50 ila 200 metre uzağına santraller kuruluyor. O okullarda okuyan çocuklar da santralden salınan ağır metalli gazlara maruz kalıyorlar.

Sapasağlam olan insanlar kansere yakalanıyorlar, daha geçenlerde bir yakınımı kaybettik, ağzına tek sigara koymamıştı.

Altın madeni suyun kökenine yedi tane kuyu açtı ve bütün çevrenin suyunu tüketiyor. Şirketten arta kalan su arsenikli. İnsanlar içiyor. Eşme’nin suyu zehirli.

Bu aşamada Büyük Menderes Havzası’nda sanayici, madenci ya da jeotermal santralci şirketlerin nasıl bu kadar kolay hareket edebildiklerini, insanların bu felakete çok uzun zamandır dur diyemediklerini de not etmek gerekiyor. Çevreyi sadece tüketilecek bir kaynak gibi ve bu tüketimi “normal” gören insanların kültürünün çevreye verdiği zararı, yıllara yayılan bir ekolojik felaket hakkında farkındalığın ne kadar zayıf kaldığını da görüyoruz. Doğa karşısında duyulan hassasiyet, doğa kaybedilirken değil, ancak kaybedildikten sonra geçmişe ağıt olarak devreye giriyor.

Bir görüşmecimizin Banaz Çayı ve çayın geçtiği Ulubey Kanyonu hakkında anlattıkları, çocukken o derede yaşadıkları, bugün rüya gibi görünen bir zamana işaret ediyor:

70’li yıllarda dereye girer yüzerdik. Yüzdüğümüz suyu içerdik. Balığımızı avlardık, pişirip dere kenarında yerdik. Akşamları insanlar bir araya gelirdi. Düğün dernek burada yapılırdı. Kızlar erkekler burada birbirlerini beğenirdi.

Yıllar boyunca seslerini çıkarmamanın, çıkaramamanın acısı zamanla özeleştirel bir tavrın sesi olarak yükselmeye başlıyor:

Suyun ne kadar kıymetli olduğunu anladık, ama nasıl koruyacağımızı bilemiyoruz.

Dereye yabancılaşan kendine de yabancılaşıyor.

Çiftçilik yapıp doğaya bu kadar saygısız davranan insan olamaz!

Hikmetinden sual olunamayan şirketler

Modern ya da kapitalist toplumun köylüleri olarak insanlar, suyu yavaş yavaş kaynayan kurbağa misali, tepki verme becerisini gösteremediler, çevrelerine sahip çıkamadılar. Ancak bu tespitin, şirketlerin ve ait oldukları makro kapitalist sistemin yarattığı güç ilişkilerindeki uçurumu unutturmaması gerekiyor.

Mesela Kanadalı Eldorado şirketinin yerli uzantısı Tüprag, Uşak Eşme’de Kışladağ bölgesindeki altın madeninde faaliyet gösteriyor. Ulusal olmayan bu sermaye “ulusal ekonomiye, kalkınma ve istihdama katkı” söylemiyle hareket ediyor. Distopik filmlerin geçtiği mekânları çağrıştıran şirketin faaliyet gösterdiği alanı, dikenli tellerle, güvenlik önlemleriyle, kameralarla kaplı; yaklaşık 800 hektarlık bir alanı kapsıyor. Yüzlerce metre derine inen kuyular, o kuyulardan çıkan toprakla oluşan suni tepelerle yeryüzünde derin yaralar açan şirket, tamamen güce dayalı ilişkilerle “altın çıkarıyor”.

Aydın’ı, Maren Maraş Elektrik Üretim gibi, JES’lerle parsellemiş şirketlere ait JES’lerin boruları da başka türden, insansız ve karanlık bir bilimkurgu manzarası sunuyor. Germencik Hıdırbeyli’de evlerin dibinden, içinden kimyasal içerikli kaynar sular akan JES boruları geçiyor. Şirket yöneticileri Hıdırbeyli’de yaşayanların bu boruları isteyip istemedikleriyle hiç ilgilenmiyorlar. Ancak bu şirketlerin sahipleri, yöneticileri, mühendisleri yüzleşmeseler de, doğaya, toprağa, köylere ve insanlara yönelik bir riskin farkındalar, çünkü hiçbir şirket yöneticisinin santral borularının altında, hatta JES bölgelerinde yaşamadığını biliyoruz.

Büyük Menderes Havzası’ndaki hemen hemen bütün şirketler, kurdukları güç ilişkileri içinde, toprağını ya da çevreyi korumak isteyen hiçbir gerçek veya tüzel kişiliği muhatap kabul etmiyor. İnsanların elindeki araziler çeşitli tekniklerle alınıp, yerli ya da yabancı sermayeli şirketlere kolayca devredilebiliyor. Başta “acele kamulaştırma” yöntemi olmak üzere, köyde herkese iş vaadi, dolaylı (üzerinde şirketin adı yazılı okul, çocuk parkı, eğlence parkına bungalovlar, asfalt yol, vb.) veya açıktan (köyün, kasabanın ileri gelenleriyle iyi ilişkilerle başlayan) rüşvet, karşı çıkanları tehdit etmek ya da işyeri açmalarına izin vermemek gibi çeşitli pratikler bu devir işlemlerinde karşımıza çıkıyor.

JES borularının altında yaşayan Hıdırbeyli Köyü sakinlerinden birinin çekinerek dile getirdiği; ezilmişliğin, çaresizliğin bütün duygusallığını aktaran “Burayı şirket satın aldı, kim ne diyecek ki? O zengin, istediğini yapar. Ben ne yapabilirim ki?” cümlesine, kendileriyle mülakat yaptığımız, farklı tecrübeler yaşayan köylüler şu cümlelerle ekleniyor:

250 zeytin ağacım vardı. Bir gecede sökmüşler, sökmeden önce ne bir tebligat ne de başka bir şey. Hepsini şantiyeye koymuşlar.

Davası süren tarlalardaki zeytinleri hep söktüler. Biz ‘Niye söküyorsunuz?’ deyince ‘Kamulaştırma var’ diyorlar, ama dava devam ediyor, usulsüz iş yapıyorlar.

Köylülerden biri ‘Bari yakacak odunumu alayım’ demiş, ama madenciler izin vermemişler. Gömmüşler adamın tüm tarlasını, hafriyat dökmüşler üstüne. Adam orada sinirden kalp krizi geçirip ölmüş. Yakınları da davacı olmamışlar.

Şirketler reel siyasetle ve reel bir kanunsal çerçeveyle iç içe sağladıkları güce ek olarak, cari ideolojik dili de kullanıyorlar. Hayatın merkezine yerleştirilen, insandan bağımsız bir “ekonomik çıkar” ve “kalkınma” diline, sadece kendi çıkarları etrafında inşa edilmiş “dogmatik bir rasyonellik” iddiası ekliyorlar. Gelecekte tüm insanlığın sağlıklı çevre ve gıda kaynaklarını ilgilendiren bir mesele hakkında şirketlerin sözde rasyonalitesi “İncirin katma değeri ne kadar ki? Aydın bir milyonluk şehir, bir milyonu başka yere taşısak ne olacak!” argümanı üzerine kuruluyor.

Üzerine oturduğumuz genel ulusalcı modernist kalkınmacı söylem, santral kurulumunda karşılaşılabilecek sorunları aşmak için JES’lerin doğa ve çevre ile giriştikleri mücadeleye galip başlamalarını sağlıyor. Başka bir deyişle, genel hâkim söylemle, “kamu yararının enerjiden yana olduğu” vurgulanarak, tarım ve orman arazisi sınırları içerisinde birçok maden ocağı ve JES için “ÇED olumlu kararı” ya da “ÇED gerekli değildir” kararı verilebiliyor. Ayrıca şirketler, madenlerin çevre ve tarımsal faaliyetlere dönük zararlarını eleştirenleri (bizzat köylüler, sivil toplum örgütleri, gazeteciler, vb.) caydırmak üzere, sansürleme ve sindirme amaçlı, karşılanması zor maliyetlere neden olan davalarla “hukuki” yollara başvuruyorlar. Bu davalardan bazılarını santrallere karşı çıkanların kazanmasına rağmen, şirketler, oluşturdukları enerji lobilerinin gücüyle, yargı kararlarını delerek santralleri açmayı başarıyorlar ya da ruhsatsız çalışıyorlar. Gücün karşısında bilim de duramıyor. JES’lerden etkilenen suların kullanılamaz olduğunu gösteren doktora çalışmaları, üniversitede ya da yetkili kamusal kurumlarda yapılan araştırmalar, baskılar karşısında kamuya yansıyamıyor.

Siyasetle el ele kendine alan açan ekonomik çıkarların, hukuk, bilim, güvenlik güçlerinin ve medyanın büyük ölçüde kontrol altına almayı başardığı böyle bir ortamda, zayıf “yerli” aktörlerin kendilerini “yabancı kuvvetlerin işgali altında gibi” hissetmelerini de anlamak gerekiyor. Bu aktörlerin ses çıkarmaları çok zor, çünkü çok yoğun bir korku yaşıyorlar. Resmi makamlardaki görevlilerin de farkında olduğu, konuşmak yerine, acı bir gülümseme ve suskunlukla karşıladığı adaletsizliği yaşayanların anlattıkları ise çok daha derinde var olan bir duygu hâlini yansıtıyor:

Madenciler gelince ağaçlar titriyor, onlar da canlı, sadece dilleri yok; toprak da canlı… Madenciler bunları hep yok sayıyorlar.

Kendisi şehirde oturmasa da, Aydın’ı çok sevdiğini söyleyen, santrallerine torunlarının ismini veren bir JES patronu örneğinde olduğu gibi, madenciler de santralleri zihinlerinde, ironik bir şekilde, “canlı” gibi görüyorlar…

Adalet için mücadele

Şirketlerin izansız ve ölçüsüz gücü, enerji lobilerinin kullandığı taşeron güç odaklarının uyguladığı baskı, sansür, şantaj, rüşvet vb. yöntemler, “hukuk” ve siyaset arasında oluşan işbirliği ya da bunların oluşturduğu sınırsız güç karşısında, direnen köylülerin gösterdikleri başarının altını çizmek gerekiyor. “Topraktan başka neyimiz var!” diyen, topraklarının taşıdığı kıymetli hayatın farkında olan bazı köylüler dava açarak en azından bazı santralleri durdurmuş durumdalar.

Bu mücadele, ilginç bir şekilde, daha önceleri siyasi grupların vermiş olduğu mücadelelere benzer tecrübeler üretiyor. Devletle, güvenlik güçleriyle hiç karşı karşıya gelmemiş köylüler, topraklarını korumak için direnmeye başlayınca şaşkınlıkla bir anda kendilerini kriminalize edilmiş buluyorlar.

Mücadele geleneği olmayan, ekonomik olarak son derece kırılgan olan köylüler, en ufak bir tehdit ve şantajda seslerini kısabiliyorlar. Birçoğunun yok olan tarım, su kaynakları; artan mazot, gübre ve ilaç fiyatları nedeniyle şirketin verdiği işleri kabul etmekten başka çareleri yok. Şirkete girip çalışanlar bir süre sonra şantaj malzemesi (“Sorun çıkarmayın yoksa oğlunu işte atarız!”) oluyorlar. Birçok yerde neredeyse herkes sularının zehirlendiğinin farkında, ama seslerini çıkarabilecek güçleri yok. İnsanlar “bana bir şey olur”, “oğlum işini kaybeder” gibi korkularla, zehirlendiğini bile bile sessiz kalıyor. Karşı çıktıkları zaman da sonuç alacaklarının garantisi yok. Şirketlerin “bu solcular gene memleketi karıştırıyorlar” minvalindeki muhafazakâr dilden, “fazla sorun çıkarmayın, sizin bütün topraklarınızı alırız, bir gün bile burada barınamazsınız”a kadar uzanan tehdit yelpazesi sınır tanımıyor. Köylülerin direnişine eklemlenen çevre hareketlerinin sesi daha çok çıktıkça, enerji oyununun güçlü bileşik aktörleri, çevreci girişimleri kamuoyunda izole etmek üzere yoğun çaba gösteriyorlar. Örneğin bu derneklerden birinin “Aydın’da kanser oranının çok yüksek çıktığına” dair bir haberini internetten kaldırmayı başarabiliyorlar.

Tehdit yelpazesinin karşısında köylülerin “acı-öfke-direnme” yelpazesi bulunuyor. “Çocukları ve torunlarının işsiz kalmasından korktuğunu, bu sorumluluğu taşıyamayacağını, oysa çok dolu olduğunu, haykırmak istediğini” söyleyen yaşlı kadının duygularının yanı sıra, tarlalarına girilmesine engel olmaya çalıştıkları için, jandarmanın “vatan haini” diyerek yaptığı müdahaleden güç alan operatörün kepçesiyle yaşlı çiftte yarattığı ölüm korkusu ve öfke de var. Kızılcaköy gibi muhafazakâr bir köyün kadınlarının verdikleri mücadele sonunda elde ettikleri başarı hikâyesi de mevcut. İşte bu yelpazede, kadın erkek köylülerin başlangıçta devletin tavrı karşısında büyük şaşkınlık içeren söylemleri, giderek daha sofistike analizler içermeye başlıyor:

İnsan topraksız yaşayabilir mi? Biz toprağımıza sahip çıktık. Dipçik yedim, bayıldım; biber gazı sıktılar.

TOMA’lar geldi. Gaz yedik, gittim yüzümü yıkadım… Meğer yıkamamam lazımmış. Vali yardımcısına gittik, ‘biber gazı sıkıldı’ diyoruz, ‘e, ne olmuş?’ diyor bize…

Halkın yanında durması gereken jandarma şirketin yanında durdu. Şirketin evrakları bile tamam değildi. Zeytin Yasası’na göre zeytinliklerin üç kilometre yanına tesis yapılamaz olmasına rağmen…

Kimlerle mücadele edeceğiz? Partilerle mi, milletvekilleriyle mi, cumhurbaşkanıyla mı, belediye başkanlarıyla mı? Önümüzde çok büyük bir güç var: sermaye, siyaset-devlet, yargı…

Köylülerin mücadelesi aynı zamanda bir “habitus” geliştiriyor; korku azalıyor, mücadele normalleşiyor ve yeni bir hayatın parçası oluyor. Bir alanda gelişen mücadele ve tecrübe, başka alanlarda ve zamanlarda verilen mücadelenin hammaddesine dönüşüyor.

Sonuç: bir “iyilik” mesajı

Büyük Menderes Havza Çalışması’nın bütününe baktığımızda maden (altın, kömür, jeotermal enerji vb.) şirketlerinin, organize sanayi bölgelerinin ve bunların etrafındaki destek aktörlerinin, hukuki görünümler arkasına saklanmış kuralsız gücünün ne kadar büyük boyutlarda olduğunu görebiliyoruz. Ancak diğer yandan, küçük başarılara imza atan direnişlerle ortaya çıkan ve geleceğe dair önemli ipuçları veren bir hikâye yazılıyor. Bu hikâyenin en önemli boyutunu “toprak” ve toprağa ilişkin bir anlayış farkı oluşturuyor. Devlet-şirket cenahında tüketilen popülist “vatan-millet-toprak” söylemi, gerçek anlamda, ne üzerine yaşanan “vatana” ne de gerçek anlamda “toprağa” önem verirken, Büyük Menderes Havzası’nın direnen köylüleri, gerçek ve somut anlamıyla topraklarını dert ediniyorlar.

Hikâyenin bir diğer boyutunda, toprağın korunması sadece hayatta kalmak için gerekli olan bir tarımsal toprağın korunmasından öte bir anlam taşıyor. Bu her türlü çıkar ya da yaşamsal gerekliliklerin ötesinde, zeytin üretmeyi sevinci ve endişeleriyle “çocuk yetiştirmeye” benzeten, yetiştirdiği ürünle duygusal bir bağ kuran köylülerden etrafa yayılan duygusal bir enerji…

BAYETAV’ın 2022’de yayımladığı “Bir arada yaşarız” araştırma raporu, kutuplaşmaların gerçek, ama bir arada yaşama kapasite ve arzusunun çok daha güçlü olduğunu göstermişti. Büyük Menderes Havza Çalışması da bu gerçeği doğruluyor; ürettiği bilgi, nesli ve biyoçeşitliliği sürdürmek, bedensel ve ruhsal bütünlüğü yeniden kurmak, insanı ve doğayı birlikte düşünmek yönünde, yaşanmakta olan felaketi aşacak bir “iyilik” mesajı veriyor. Bu mesajı desteklemek üzere, siyaset ve çıkar ilişkileri karşısında insanların en çok ihtiyaç duyduğu nefes alınabilir bir dünya talebini güçlendirmek gerekiyor.