Kuzey İstanbul’un Kuzeyi

YAŞAR ADANALI

İstanbul’da en sevdiğim yer Karaburun olabilir. İstanbul denildiğinde akıllara gelen ilk yer olmadığı kesin. Hatta çoğu kişi, böyle bir yerin varlığından bile haberdar değil. Kentin binaları, yoğun dokusu, kalabalığı, kaotik düzeni ve gündelik hayatın koşuşturması ile sık sık daraldığını hissettiğim ruhumun tekrar genleşme imkanı bulduğu bir noktası burası.

Nasıl olmasın ki, sırtını dayadığı geniş verimli tarım arazileri, içme suyu sağlayan göller, ve ormanlık alanlardan geçerek Karaburun’a yaklaşırken zaten bir arınma yaşamaya başladığımı hissediyorum. Kafamı kaldırsam göçmen kuşlar selamlıyor, etrafıma baksam ekili tarlalar, mandalar… Coğrafya, ritüele dahil olmak istercesine Karaburun öncesinde topografyayı hafif yükseltiyor. Yükseltiyi aştıktan sonra aşağıya, Karadeniz’e doğru törensel bir iniş yapıyorum. Hırçın ve özgür Karadeniz bütün açıklığıyla karşımda. Ancak Karadeniz’in hırçınlığının aksine sakin bir balıkçı barınağı ilk durağım. Barınağın doğusunda upuzun bir kumsal yer alıyor. Hemen batısında yükselen tepeye evlerin arasından kıvrılarak çıktığımda yukarıda beni bir deniz feneri bekliyor. Fırtınada yolunu kaybeden denizcilere yol gösteren bu feneri arkama alıp Karadeniz’in büyük boşluğuna yukarıdan baktığımda gerçekten hafifliyorum. Kollarımı iki yana kanat gibi açsam sanki tepede esen sert rüzgar beni alıp uçuracak kadar… Bu yükseklikten İstanbul’un Kuzey kıyı çizgisini kilometrelerce görmek mümkün. Sanki hiç bitmeyecekmiş gibi birbirlerini ardı ardına takip eden koylar, falezler, upuzun kumullar. Burası artık kentin doğasının büyüleyici bir şekilde beni ele geçirdiği, ölümsüzlük peşinde koşturan insanın çaresizce kentte bırakmak istediği izinin iyice silikleştiği, silikleştikçe de ruhunun rahatladığı bir topraklanma noktası.

Nasıl doluluk etrafındaki boşluklarla anlamlı bir hale geliyorsa, bildiğimiz İstanbul da Kuzey’in bu doğal ve yabani güzelliği ile bir bütün oluyor ancak. Kuzey İstanbul’un kuzeyi, İstanbul’un anti-tezi veya kentin dışında bir yer değil, bu kenti tamamlayan, nefes alınabilir kılan parçalarından biri. O tek parça kaybolduğu durumda biliyoruz ki resmin tam olma imkanı da ortadan kalkacak.

Genel olarak İstanbul’un Kuzey’i üzerindeki hassasiyetin, hislerimden bağımsız bir şekilde, oldukça sağlam bilimsel bir zemini de var elbet. Doğu-batı aksında güney kıyıları boyunca yapılaşmış İstanbul’un hayati fonksiyonlarını sağlıyor Kuzey. Kent, Kuzey Ormanları ile nefes alıyor, Karadeniz’in çetin ikliminden korunuyor. İstanbul’un içme suyu kaynakları burada yer alıyor. Kuzey aynı zamanda İstanbul’u besleyen tarım topraklarına sahip. İnsan dışı canlıların da yaşam alanı. Ve halihazırda oldukça kırılgan ekosistemleri barındırıyor. Tüm bu sebeplerden dolayı 2000’lerin başında uzun çalışmalar sonunda hazırlanan, ve o zamanlar “İstanbul’un Anayasası” olarak ifade edilen kentin Çevre Düzeni Planı (ÇDP) kesin bir şekilde Kuzey’e doğru yapılaşmayı sınırlandırıyordu. İstanbul’a dair kararların İstanbul dışından ve kamu yararını gözetmeden alındığı uzun bir dönemin sonunda artık bu bölge, Havalimanı gibi mega projeler, Kuzey Marmara Otoyolu ve son dönemde artan yapılaşmalar ile zaten yüksek risk altında. Kanal İstanbul Projesi, tüm bu tehditleri gölgede bırakabilecek potansiyele sahip.

Kanal’ın vadettiği çılgınlıklar içinde nispeten az vurgulanan ancak beni belki de en fazla korkutan tehdit, Karaburun ve Kuzey kıyılarının proje ile geçirmesi muhtemel dönüşüm. Çünkü burası projenin hafriyat döküm alanı. Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporuna göre, 5 yıl boyunca gece gündüz devam edecek kazı ve patlamalarla 1,1 milyar metreküp hafriyat malzemesi çıkartılacak. Yani, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin hesaplamalarına göre proje için günde yaklaşık 10 bin hafriyat kamyonu çalışacak. Yıllar boyunca, binlerce kamyonun, geçtiği her yeri toz duman içinde bırakarak kelimenin tam manasıyla deprem etkisi yaratacak devasa bir tektonik hareketi insan hırsı ve eli neticesinde gerçekleştirmesinden bahsediyoruz.

Kanal’ın Karadeniz ile buluşma noktası olarak planlanan, yüksek tonajlı büyük gemilerin kanala giriş çıkış yapacağı yer tam da o sakin balıkçı barınağına denk geliyor. Proje ile çok hızlı bir yapılaşma tetiklenecek, tüm bu coğrafya tanınmayacak şekilde değişecek. Ancak yapılaşmadan önce, benim açımdan en ürkütücü gelişme, çıkacak hafriyat malzemesiyle Karaburun’un iki yakasında 45 kilometre uzunluğunda, yaklaşık 20 metre eninde bir dolgu alanının yapılmak istenmesi. Bu, Kanal uzunluğundaki bir yapının Kanala dik bir şekilde Karadeniz kıyılarına da yapılması anlamına geliyor. Ruhumun rahatladığı deniz fenerinin önündeki o noktadan Karadeniz’e bakınca, artık gözümün alabildiğince uzanan doğal bir kıyı şeridi yerine bir beton duvar ve arkasındaki dolgu alanını görecek olmak yaşarken ölmekle eş değer. Zaten projenin tüm etkileriyle “İstanbul için ölüm” anlamına geldiğinin sık sık vurgulanması da boşuna değil. Planlanan devasa dolgu; deniz, kıyı ve kumul ekosistemlerini geri dönüşü olmayacak şekilde etkileyecek, birçok türü yok edecek.

Projenin tamamlanması ekonomik, toplumsal, politik, diplomatik birçok faktöre bağlı. Hâliyle, muhtemelen inşaat başlasa bile hiçbir zaman tamamlanamayacak. Ancak bu rahatlatan bir bilgi olmaktan çok uzak. Çünkü hafriyat operasyonu, bir sisteme serumla damla damla zehir salmakla eşdeğer. Toprağın eşelenmesi, eşelenen toprağın taşınması ve taşınan toprağın denize boşaltılması, projenin diğer tüm aşamalarından önce başlayacak ve geometrik olarak artacak tahribat henüz ilk günden yaşanmaya başlanacak.

Türkiye son 20 yıldaki imar hareketleriyle çoktan “doldurulamayan kapasitelere sahip mega projeler ülkesi”ne dönüştü. Yeterince yolcunun gelmediği havaalanları, yeterince aracın geçmediği köprüler, yeterince otomobilin girmediği otoyollar… Hayatı boyunca potansiyelini hiç gerçekleştiremeyen bir insanın dramı gibi. Çünkü en başta çözüm üretmeye çalışılan sorunun kendisi doğru tarif edilmiş değil. Toplumsal fayda, ekolojik etki, gelecek nesillerin ihtiyaçları gibi öncelikler yerine son derece sorunlu ve sınırlı ekonomik kalkınma öncelikleriyle kentlere kocaman izler bırakıldı.

Kuzey’e çıktıkça kentin nasıl ferahladığını hissedebiliyorsunuz. Yapılı çevre yerini gökyüzü, ufuk çizgisi ve geniş düzlüklere bırakıyor adeta. Ama kırılgan bir şekilde. Toprağı süren bir traktörün veya çayırda piknik yapan insanların arka planında yükselen devasa bloklar, Kuzey’in sakinliğinin aynı zamanda fırtınadan önceki sessizlik olarak da anlaşılabileceğini bize hatırlatıyorlar.

Kalın çizgilerle izini bırakmak isteyen insanın, ancak izini silikleştirdikçe özgürleşebileceğini anlaması dileğiyle.